EDEBİ TÜRLER Kayit10

Join the forum, it's quick and easy

EDEBİ TÜRLER Kayit10

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    EDEBİ TÜRLER

    Tarantula
    Tarantula
    Admin
    Admin


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 1292
    Yaş : 33
    Nerden : Van
    Sitesi : http://www.krkmz.tk
    Madalya : EDEBİ TÜRLER 1_mada10
    Points : 1635
    Kayıt tarihi : 27/05/08

    Kişi sayfası
    Puan: 150
    Rep Puanı:
    EDEBİ TÜRLER Left_bar_bleue50/100EDEBİ TÜRLER Empty_bar_bleue  (50/100)

    EDEBİ TÜRLER Empty EDEBİ TÜRLER

    Mesaj tarafından Tarantula C.tesi Haz. 28, 2008 11:22 am

    SÖYLEŞİ

    OKUYAMAYAN ÇOCUKLAR


    Yurdumuzda eğitim almamış bireylerin sayısının oldukça fazla olduğu yapılan araştırmalar ile görülmektedir..Okumamak yani okuyamamak belki de ellerinde değil.Ama okumak isteyen fakat buna değişik sebeplerle fırsat bulamayan yüzlerce insan var.Bu insanlar toplumda büyük bir sorun olduğunun habercisidir.
    Kimi aileler maalesef ekonomik durumlarından dolayı çocuklarını okutamıyorlar.Kimi aileler ise ellerinde imkan olmasına rağmen okumayı bilgili olmayı gereksiz görüyorlar.Kimi aileler de var ki onlar ellerinden geleni yapsalar da çocuk her şeye ilgisiz ve isteksiz oluyor.
    Bu sorunun azalması gerekirken daha da artmakta olduğu gözlenmektedir.Bu konu ile ilgili yapılması gereken çok şey olduğu kesindir ve başta hükümetler ve ilgili devlet kuruluşları ile bazı sivil toplum örgütleri ,muhtelif eğitim kurumları ve toplumun tüm kademesindeki insanlara görev düşmektedir.

    EFSANE
    Zembil Satan Efsanesi;
    Silvan Kalesi’nin kuzey tarafında bir tepe teşkil eden enkaz arasındaki burcun adına halk “Zembilfüroş” burcu demektedir. Bunun bir efsanesi var.
    Vaktiyle Silvan kale burçlarının birinde yaşayan, geçimini Zembil satmakla temin eden evli bir adan varmış. Bu çok güzel yapılı melek gibi bir adammış. Şehrin sokaklarını gezerek zembil satmakta iken bir gün hükümdarın karısına rastlamış. Hükümdarın karısı, bu erkek güzeli adama aşık olmuş. Ne kadar zembili varsa alacağını, hepsini alıp sarayına getirmesini söylemiş. Adamda o gün ne kadar zembili varsa yükleyip saraya götürmüş. Onu bekleyen hükümdarın karısı bütün zembilleri almış ve adama aşkını açıklamış. Kendisine her türlü yapmaya hazır olduğunu, yeter ki aşkına cevap vermesini dilemiş. Zembil satan, evli olduğun, böyle bir günah işlemeyeceğini beyanla ret cevabı vermiş. Kadın asılmalarına devam etmiş, bir sonuç alamayacağını görünce, başka bir çare düşünmüş. Bir gün zembil satanı gizlice takip ederek, Kaldığı burcu öğrenmiş. Kendisi evde yokken karısına giderek durumu anlatmış ve “sadece bir gece ben senin yerine geçeyim”, sen başka yerde kal, sana ölünceye kadar kocan ve çocuklarına rahat geçinebileceğiniz kadar para veririm”diyerek kadıncağızı kandırmış. Onun elbiselerini giyerek, geceyi beklemiş. Zembil satan, gece evine gelip karısının yatağına girince hal ve tavırlarından koynundaki kadının kendi karısı olmadığını anlamış ve hemen sokağa fırlamış hükümdar karısı peşine düşmüş. Zembil satan, bu kadının elinden başka bir kurtuluş yolu olmadığını anlayınca kendini bugün adını taşıyan burçtan aşağı atarak paramparça olmuş. Ona aşık kadında kendini peşinden atarak ölmüş. O günden bu güne burca
    Zembilfüroş(zembil satan)Burcu denmektedir.






    DENEME/MONTAIGNE

    HAYAT VE FELSEFE

    Çok gariptir; çağımızda işler o hale geldi ki felsefe, anlayışlı insanlar arasında bile, ne teorik ne pratik hiçbir yararı ve değeri olmayan boş ve kuru bir laf olup kaldı. Bence bunun nedeni, felsefenin ana yollarını sarmış olan safsatalardır. Felsefeyi, çocuklar için ulaşılmaz, asık suratlı, çatık kaşlı ve belalı göstermek büyük bir hatadır. Onun yüzüne bu sahte, bu kaskatı bu çirkin maskeyi kim takmış? O ki hep bayram ve hoş zaman içinde yaşamayı emreder bize. Gamlı ve buz gibi soğuk bir yüz içimizde felsefenin barınamadığını gösterir.Felsefeyi barındıran ruh, kendi sağlığıyla bedeni de sağlam etmeli.
    Huzur ve rahatın ışığı ta dışardan görünmelidir. Dış varlığı kendi kalıbına uydurmalı ve böylece ona sevimli bir gurur, hareketli ve neşeli bir tavır, memnun ve güler yüzlü bir hal vermelidir. Bilgeliğin en açık görüntüsü, sürekli bir sevinçtir. Onun durumu, aydan daha yukarda olan şeylerin durumu gibidir. Hem de rahat. Müritlerini çamur ve kir içinde yaşatan felsefe değil, Barocco ve Baralipton'culardır. (Skolastikte bazı önerme türleriyle ilgili uydurma sözcükler.) Onlar felsefenin yalnız adını duymuşlardır. Yoksa nasıl
    olur? Felsefe ruhun fırtınalarını dindirmeyi, açlığı ve hastalığı gülerek karşılamayı, birtakım uydurma müneccim işaretleriyle değil, doğal ve somut yollarla öğretmeye çalışır. Felsefenin amacı erdemdir; bu
    erdem de, medresenin söylediği gibi, sarp, yalçın ve çıkılmaz bir dağın başına dikilmiş değildir. Ona yaklaşanlar, tersine güzel, bereketli ve çiçekli bir ova içinde görürler onu. Orada erdem yine her şeyden yüksektedir; fakat yerini bilen olunca, ona gölgeli, çimenli, güzel kokulu yollardan, güle söyleye, göklerin kubbesi gibi rahat ve dümdüz bir inişle varılabilir. Bazıları bu yüksek, bu güzel, bu zafer sevinci dolu, aşk dolu, tadına doyulmaz, yiğitliğine ulaşılmaz erdemin, tatsızlığa, rahatsızlığa, korkuya, zorbalığa açıkça ve amansızca düşman olan, kendine doğayı kılavuz, mutluluğu ve zevki eş bilen erdemin semtine uğramadıkları için gitmişler, güçsüzlüklerine uygun olarak, böyle kasvetli, titiz, somurtkan, eli sopalı, asık suratlı, anlamsız bir erdem örneği tasarlamışlar ve onu, insanları korkutmaya mahsus bir umacı gibi, dünyadan uzak bir kayalığın üstüne, dikenlikler arasına koymuşlar...

    Gerçek erdem zengin, kudretli ve bilgili olmasını, mis kokulu yataklarda yatmasını bilir. Hayatı sever; güzelliği de, şanı ve onun da, sağlığı da sever. Fakat onun öz be öz işi, bu nimetler ölçü ile kullanmasını ve yiğitçe bırakıp gitmesini bilmektir: Çetinliğinden çok daha fazla büyüklüğü olan bir iş, ki onsuz her hayat bozuk, karışık ve şekilsizdir ve bu yüzden tehlikeli engeller, dikenlikler ve ejderhalarla
    dolmaya elverişlidir. Eğer eğitilecek genç, acayip yaratılışlı olur da güzel bir yolculuk hikayesi, yahut anlayabileceği bir felsefe konusu yerine masal dinlemeyi yeğ tutarsa, arkadaşlarının genç dinç
    yüreklerini coşturan davullar çalındığı zaman o, kendisini hokkabaz oyunlarına çağıran arkadaşının yanına giderse, bir savaştan toz toprağa ve zafere bürünüp dönmeyi, top oyunundan yahut balodan bir
    armağanla dönmekten daha hoş ve daha çekici bulmazsa, bu genç için bir tek çare görüyorum: Eğitmeni onu daha çocukken, kimseye duyurmadan boğar; yahut da bu gence, bir düka'nın oğlu bile olsa
    herhangi bir şehirde pastacılık yaptırılır. Platon der ki, çocuklara babalarının yeteneklerine göre değil, kendi yeteneklerine göre meslekbulmak gerekir.

    Mademki asıl felsefe bize yaşamayı öğreten felsefedir ve mademki çocuğun da öbür yaştakiler gibi, ondan alacak olduğu dersler vardır, niçin çocuğa felsefe öğretilemezmiş:

    Udum et molle lutum est; nunc properandus, et acri Fingendus sine fine rota (Persius)

    Çamur yumuşak ve ıslak; çabuk, çabuk olalım. Durmadan dönen çark biçim versin ona.

    Bize yaşamayı ömür geçtikten sonra öğretiyorlar. Cicero dermiş ki, iki insan hayatı yaşayacak olsam bile, lirik şairleri incelemeye zaman harcamam. Bence bu dırdırcılar daha hazin bir şekilde yararsızdır.
    Çocuğumuzun o kadar yitirecek zamanı yoktur: Pedagogların elinde ancak hayatının ilk on beş, on altı yılını geçirebilir: Geri kalan zaman hayatındır. Bu kadar kısa bir zamanı zorunlu bilgilere verelim; üst
    yanı emek israfıdır. Hayatımızın işine yaramayan bütün bu çetrefil diyalektik oyunlarını kaldırıp atın; iyi seçmesini ve iyi açıklamasını bilmek koşuluyla basit felsefe konuları alın: Bunlar Boccacio'nun
    masalından daha kolay anlaşılır. Bir çocuk buları sütnineye verildiği andan itibaren okuma yazmadan çok daha kolay öğrenebilir.

    Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken de söyleyecekleri vardır.


    MASAL

    KRALIN MUTSUZ KIZI

    Bir varmış, bir yokmuş... Çok büyük bir ülkede, çok zengin bir kralın mutsuz bir kızı varmış. Kralın kızı istediği her şeye sahipmiş ancak hiçbir zaman mutlu olamıyormuş. Kral bu duruma daha fazla dayanamayıp kızına mutsuzluğunun sebebini sormuş. kızı ise çok yalnız olduğunu söylemiş ve babasından bu duruma bir çare bulmasını istemiş.

    Kral dünyanın en değerli, en güzel yiyeceklerini, giyeceklerini ve dahakini kızına getirtmiş ama kız yine mutlu olmamış. Ardından kral kızını başka bir ülkeye amcasının yanına göndermiş. Küçük prenses amcasının yanında da mutluluğu yakalayamamış. kız, amcasından onu tekrar kendi ülkesine göndermesini istemiş. Amcası onun yanında kalmasını istiyormuş ve göndermek istememiş. Ardından küçük kız amcasının yanından kaçmış ve kocaman bir ormanda kaybolmuş. Üzgün ve yaptıklarına pişman bir şekilde, bilmediği bir yöne doğru yürüyormuş. Tam o sırada küçük bir oduncu kızının kendisine doğru yürüdüğünü görmüş. Oduncu kızı prensesin yanına yaklaşarak:

    - "Sen de kimsin?" diye sormuş.

    Prenses ağlamayı keserek:

    - "Ben büyük Kralın kızı, küçük prensesim." demiş

    Oduncunun kızı şaşkın bir ifadeyle:

    - "Küçük prensesin ormanda ne isi olabilir ki?" demiş.
    - "Ben çok mutsuzdum ve bu sebepten saraydan kaçtım, simdi ise kayboldum ve çok korkuyorum." demiş küçük prenses.

    Oduncunun kızı, küçük prensese kendisi ile küçük dağ evlerine gelebileceğini söylemiş. Prenses bu duruma çok sevinmiş ve vakit kaybetmeden eve gitmişler.


    Oduncu, kızı ve annesi onlar için yemek hazırlarken, küçük prenses de dağ evini gezedurmuş.


    Oduncu, kızının odasına girince gözlerine inanamamış. Kocaman kocaman raflarda yüzlerce kitap. Fakat prenses kralın kızı olmasına rağmen bunlara sahip değilmiş ve oduncu kızının yanına giderek kitaplarından birini alabilir miyim diye sormuş. Oduncu kızı ise bunu kabul etmiş ve en çok sevdiği kitaplardan birini küçük prensese vermiş.

    Küçük prenses kitabi okuduktan sonra kendisine sunulan diğer tüm güzelliklerin bu kitap kadar tat vermediğini görmüş ve anlamış ki mutsuzluğunun tek sebebi şimdiye kadar bir kitabinin olmamasıymış.

    Sonraki gün oduncu küçük prensesi sarayına götürmüş. Kızını gören kral çok sevinmiş ve onu kendisine getiren oduncuyu ödüllendirmiş.

    Ardından kızının çok mutlu olduğunu görmüş ve bunun sebebini sormuş, kızı ise kitap okumanın onu çok mutlu ettiğini söylemiş.

    Kral kızının bu mutluluğunun sona ermemesi için dünyanın tüm kitaplarını ülkesinde toplattırmış ve prenses ömrünün sonuna kadar mutlu ve mesut yasamış...
    Tarantula
    Tarantula
    Admin
    Admin


    Erkek
    Mesaj Sayısı : 1292
    Yaş : 33
    Nerden : Van
    Sitesi : http://www.krkmz.tk
    Madalya : EDEBİ TÜRLER 1_mada10
    Points : 1635
    Kayıt tarihi : 27/05/08

    Kişi sayfası
    Puan: 150
    Rep Puanı:
    EDEBİ TÜRLER Left_bar_bleue50/100EDEBİ TÜRLER Empty_bar_bleue  (50/100)

    EDEBİ TÜRLER Empty Geri: EDEBİ TÜRLER

    Mesaj tarafından Tarantula C.tesi Haz. 28, 2008 11:22 am

    FIKRA

    MÜZE/MEZAR

    Gündüz VASSAF

    III. Ramses’in lahti Louvre, lahtinin kapağı ise Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Fitzwilliam Müzesi’nde. Mumyasının nerede olduğu bilinmiyor. Başta İngilizler olmak üzere Avrupa aristokrasisi 19. yüzyıl sonlarına kadar eski Mısır yapıtlarından bulup çıkardıkları mumyaları sağlıklarına iyi geldiklerine inandıklarından toz haline dönüştürüp içmişler. Ramses’in başına da aynı şey gelmiş olabilir.
    Mısır uygarlığı öylesine bir darmadağın ediliyor ki aklın hizmetinde olduklarını iddia eden Fransa,İngiltere,Almanya gibi aydınlanma çağı imparatorlukları geçmişi incelemek ve ona sahip çıkmak için gittikleri yerlerde taş üstünde taş bırakmadıkları gibi, ölülerin kutsallığı dahil hiçbir engel tanımıyorlar. Aynı inceleme tutkusuyla, hayvanların rahatlıkla kesilip biçilmesi için zamanın saygıdeğer düşünürü Descartes’ın kendisine has mantığıyla, hayvanların ruhu olmadığını kanıtlaması gibi.
    Çanakkale’de askerlik yaparken, bölüğümüzden birkaç kişinin bir gece vakti, Avustralyalılarla Yeni Zelandalıların mezarlarına dalıp, hatıra diye parçalarını kopartıp geri getirdikleri mezar taşlarını hatırlıyorum. Ya da Almanya’da Marburg Üniversitesi’nin misafirhanesinden her sabah ders vermeye giderken, içinden geçtiğim Yahudi mezarlığını bir gün tahrip edilmiş gördüğümü. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarda Balkanlar’daki Türk/Müslüman soykırımından sonra, belki 500 yıl oralarda yaşamış ailemin mezarlarının yok edildiğini de biliyorum. Bunlar, insanın vahşetine verilirken genellikle yağmalanmış mezarlıklardan oluşan müzelerinse, evrensel bir saygınlığı var.
    Yabancı bir ülkeye, devletini temsil etmek, alışveriş yapmak ya da iş toplantısı için gitmiş olan birinin bunların yanı sıra bir de müzeye gitmesi, onu ayrıcalıklı bir konuma, “kültürlü insan” kategorisine sokar. Aynı insan, müze yerine mezarlık görmek istediğinde ise, çok daha farklı algılanacaktır. Yoksa, Paris’te Montparnasse Mezarlığı’nda Baudelaire’in mezar taşında sıfatının şair olarak değil de, General Aupick’in üvey oğlu olarak belirtilmesi, günümüzde kürtaj yaptıran Japon kadınlarının doğmamış çocuklarının da, herkes gibi törenle gömülmeleri, İslâm’da mezar taşı biçimleri, çeşitli dinlerin mezarlıklarından mimarlıktan psikolojiye kadar hem günümüz, hem de dünün kültürüne dair edinebilecek intibaların sade birkaçı.
    Herhalde mezarlıklar kutsal, ölenlerin ruhları rahatsız edilmemeli ya da kendi ölümüzün olmadığı mezarlıkları dolaşmak gariptir, deliliktir, bir tür sapıklıktır diye düşünüyoruz. Genellikle güzel yerlerde kurulmuş, şehir kalabalığından bir kaçış sağlayan hem de bedava olan mezarlıklara neredeyse hiç gidilmezken ahlâkî bir çelişki görmüyoruz ki, soyulmuş mezarlardan ölüleriyle birlikte çıkanları görebilmek için Berlin,New York,Paris,Londra gibi çağdaş uygarlık merkezlerinde kuyruklarda bekliyor, bir de üstüne para veriyoruz.
    Neyin müzede olduğu, neyin mezarlıkta kalması gerektiğine nasıl karar veriyoruz? Kim karar veriyor? Dedemin ya da köpeğimin mezarının açılmasını engelleyip, firavunun mezarının yağmalanıp ölüsünün sergilenmesini mümkün kılan anlayış ne?
    Belli ki günümüz dinleri ve onların menfaatlerini koruyan devletler içim, bir tek kendi ölüleri önemli. Kutsallık, bir tek kendileri için geçerli, gerisi palavra. Kendi ölüleri mezarlarında cenneti beklerken, didik deişk edilen eski dinlerin mezarlarıysa, müzelik.
    MAKALE

    HEYKEL’İN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

    Tarık Zafer TUNAYA

    Muhammed Hasaneyn Heykel, tüm Arap dünyasında ün salmış Mısırlı bir gazeteci ve devlet adamıdır. 33 yıl sonra, ikinci kez İstanbul’a gelen sayın Heykel’in, bu gazetenin yazarlarından ve ciddî incelemeriyle Ortadoğu uzmanlığına hak kazanan sayın Cengiz Çandar ile yaptığı konuşma, ilginç bir diyalog oluşturmuştur.
    Batılı yazarların çoğu Ortadoğu için, arıların üşüştüğü bir kovan tablosu yaratmışlardır. Ama çoğu, bu arıların emperyalist olduklarını açıkça belirtmezler.
    Osmanlı İmparatorluğu dağılmaya mahkum edilince, Ortadoğu’ya bügunkü siyasal yapısı verilmiştir. 1918 sonrasına oranla, bugünkü sahnede değişik aktörler de oynuyor: İsrail, ABD, Sovyetler Birliği gibi. Arap dünyasının yüreği Ortadoğu’da çarpar. Bu kırıntılaştırıcı bölgede her şey vardır: Hıristiyan faşistler, Müslüman sosyalistler, siyonistleri mezhepler, tarikatleri Tanrılar, Tanrılaştığını ilân eden hükümdar kulları, masa başında çizilmiş devletler, milliyetler... Tümü de, tarihselle güncel arasında, bombardıman gürültüleri içinde yanyana, fakat düşmancayaşamak zorunda.
    Böylesine her yapıyı parçalayıcı bir ortamda, Kissinger modeli örümcek politikası rahat çalışabiliyor. Örümceğin ağları, Heykel’in görüşü ile <> hale getirebiliyor.
    Birinci Dünya Savaşın’da Osmanlı Devleti İngiltere’nin karşısında yer alınca, İngilizler artık Türkleri ıslah etmeyi ve Arapları Türk zulmünden kurtarmayı kararlaştırdılar. Yeni bir Arap dünyasını özgürlük ve bağımsızlık içinde kuracaklarını vaat ettiler.
    İngiliz İntelligence Service’i, yeni yapının mimarlarından olacaktı. Bu örgütün renkli elemanı, özellikle fantezi ve sorumsuz fikirleri ile ünlü <>, çoğu zaman Britanya İmparatorluğu’nun resmî sözcüsü pozundaolarak konuşur ve uzun sözlerin kısası şu plânı çizer: Türkleri devre dışı bırakabilecek, onlardan nicelikte ve nitelikte üstün, yaratıcı bir güç bulmak gerek. Türkler çürümüştür, onları ancak neşter paklar. Bu güç, Avrupa’dan gelemez. Tarih, bu işte Avrupalıların başarılı olamadığını kanıtlıyor. Sorunun çözümü, yerel plânda olmalıdır. O zaman tehlikeler de İngiltere’den uzak, bölgesel kalır.
    Lawrence’a göre bu iş, Araplar için biçilmiş kaftan. Beş yüz yıl Osmallı egemenliğina bağımlı olduktan sonra, Türkleri adam eecek yeteneğe sahip Araplar, sonunda kurtulacaklardı.
    Bu tez bölgesel sayılabilirdi ve karmaşıktı. Avrupalı ortaklar, bu tezi daha da basitleştirdiler:<>. Lloyd George’un özgürlük dağıtan << kırmızı gülüşü>> sonunda <>; tarihin karanlıklarına gömecekti. Bu tez, Başkan Wilson’a sunulan notada yer almıştır.
    Türkiye, Sevr sistemini yıkmış olan bir ülkedir. En büyük umut, bugün Arap uyanışının 1918’dekine benzemediğidir. Arap ülkeleri üzerinde vesayet rejimi kurmak, bugün olanaksızdır. Bu olgu, köklü ortak değerler yaratabilecek bir gücün simgesidir. Araplar, tam bağımsızlıkla az gelişmişlikten kurtuluş bilincine artık sahip olma yolundadırlar.


    BİYOGRAFİ

    İBN-İ SİNA

    Asıl adı Hüseyin’dir. 980 yılında Buhara’nın Afşin köyünde dünyaya geldi. İlk öğrenimini doğum yeri olan Buhara’da yaptı. Daha 5-6 yaşlarında iken çeşitli hocalardan matematik,hukuk,mantık ve felsefe öğrendi. Aristo ve Farabi’den etkilenerek metafizik konuları ile da uğraşan İbn-i Sina, asıl ününü tıp konusunda gösterdi. Bu konuda teorik olarak öğrendiklerini hastalar üzerinde uygulamaya koyarak, hekimliği bilimsel temellere oturttu. Çağının Buhara sultanını başarılı bir şekilde tedavi etmesi üzerine saraya alınan İbn-i Sina, buradaki kitaplardan da faydalanarak, tıp biliminde seçkin bir yere geldi.

    İbn-i Sina’nın, başta tıp olmak üzere psikoloji,biyoloji,jeoloji,astronomi,fizik,matematik ve felsefe gibi değişik birçok bilim dalına önemli katkıları oldu.

    İbn-i Sina’yı büyük üne kavuşturan bir başka yönü ise, psikolojik hastalıkların tedavisinde gösterdiği üstün kabiliyettir.

    Birçok ülkede ruh hastası olarak kabul edilmeyen, ateşlere atılan ve deli diye nitelendirilen insanları tedavi etti.

    Yukarıda belirttiğimiz gibi, İbn-i Sina, çalışma alanı olarak sadece bir dalı seçmemiş, değişik bilim dallarında çalışmalar yapmıştır. İbn-i Sina’nın küçüklü büyüklü 726 eseri mevcuttur.




















    RÖPORTAJ

    SUUT KEMAL YETKİN’LE BİR RÖPORTAJ

    Yaşar Nabi NAYIR

    -Edebiyata karşı ilk ilgi sizde ne zaman ve nasıl başladı?
    -Edebiyata karşı ilgim, ilkokul sıralarında başlar. Daha on bir on iki yaşlarında iken, düzyazı ve şiir parçaları yazdığımı hatırlıyorum. Edebiyat zevkini öğretmenlerimden çok, sevgili babamdan aldım. İlk şiirim –hafızam beni yanıltmıyorsa- 1921 yılında “Yarın” dergisinde; ilk düzyazımda bir iki yıl sonra “Servetifünun” da çıkmıştır.
    -Çalışkan bir öğrenci miydiniz? Hangi dersleri sever, hangilerinden hoşlanmazdınız? Öğrencilik hayatına ait söylemek istediğiniz anılarınız var mı?
    -Sınıfımın çalışkan öğrencilerinden sayılırdım. Kırık not aldığım hiç olmamıştır. Her derse çalışırdım. Coğrafyayı, romantik kişiliğimden olsa gerek severdim.
    -Meşhur bir yazar olacağınızı çocukluğunuzda tahmin eder miydiniz?
    -Tanınmış olmak isterdim. Ama bu istek, sürekli bir imkânsızlık duygusu uyandırmıştır. On beş on altı yaşlarında iken, tanınmadan öleceğimi, “evrakı metrukemin” sonradan bana büyük bir ün sağlayacağını hayal eder, bundan derin bir mutluluk duyardım. Bugün yazılarıma karşı biraz titiz davranıyorsam, bunu şimdi şefkatle gülümsediğim o eski gençlik duygusuna borçluyum.
    -Nasıl yazarsınız? Konularınızı arar mısınız? Sırf yazmak gereksinimi ile masa başına hazırlıksız oturduğunuz olur mu?
    - Konularımı aramam. Bir iç baskı hâlinde konular beni arar. Az yazmam belki de bundandır. Bir yazıya yeni baştan, birkaç defa başladığım olur. Yazı bitmedikçe de onun havasından kendimi kurtaramam. Sırf yazmak için masa başına oturduğumu hiç hatırlamıyorum.
    -En çok hangi yazarları okudunuz? Hangilerinin etkisi altında kaldınız?
    -Halit Ziya, Cenap Şahabettin ilk gençlik yıllarımdan ayrılmayan yazarlardı. Fakat itiraf edeyim, benim başucu yazarım şiirde ve düzyazıda Baudelaire(Bodler) olmuştur.
    -Şimdi edebiyat alanında bir şeyler hazırlıyor musunuz?
    -Ağırlık merkezi edebiyat olan “sanat ve hürriyet” konusu üzerinde çalışıyorum. Eserimi yarıladım, ama ne zaman bitireceğimi şimdiden kestiremem.
    -Bugünkü edebiyatımız hakkındaki düşünceleriniz?
    -Bugünkü edebiyatımız, biçimini ve özünü yaratmak yolundadır. Daha şimdiden dünya edebiyatına katılmaya değer genç eserler var. Har gün büyük vaatler taşıyan yeni bir isimle karşılaşıyoruz. Yeni kaynaşmalarda beni asıl ilgilendiren taraf, şairlerimizin ve öykücülerimizin, edebiyatı kendilerine dert edinmeleri, yılmadan çalışmalarıdır.
    -Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?
    -Her edebiyatı geliştiren daima kendi iç hamlesi olmuştur. Ona gölge etmemek, gelişmesine en büyük hizmettir.

      Forum Saati Çarş. Ekim 09, 2024 12:21 am